29 Haziran 2009 Pazartesi

bir 'sıradan'ın hikayesi

Eskilerden bir Türk şairi İstanbul’a ‘bin kocadan arta kalan bakire dul’ demiş. Biraz fahişe biraz da hanım hanımcık. Nereye baksan bir adamın izi görülüyor bu şehirde. Göğe uzanan yeşil ağaçları ufak göz damlaları barındırıyor gövdelerinde. O gövdeler ki gün gelmiş zevkten gerim gerim gerilmiş, gün gelmiş tüm yaşama sevincini köklerine çekmiş... Yerin dibine...
Belki de farklı bir coğrafyanın izlerini taşıyor her biri. Genlerine işleyen Anadoluluk ruhu gözlerinden okunsa da alınlarına yapıştırılmış farklı etiketlerle geziyorlar dışarıda. Her biri farklı kimliklerin, farklı yaşamların dışavurumu.
***
O da herhangi biri aslında dışarıdan bakınca. Yaşamını edindikleriyle sürdürmeye çalışan. Yine, yeniden bir hafta daha başlıyordu onun için. Henüz evden çıkmadan havanın kekremsi kokusunu almıştı sanki. Bir hüzün ama aynı zamanda yaşama sevinci kokan… Yine bir iş günü. Düştü yollara. Bazen yolun götürdüğü yeri bilmez ya insan. Her gün yeni bir yol heyecanıyla giderdi o işe. Yeni bir şehre gelmiş küçük bir çocuk gibi bakardı etrafına. Belki her gün yeni bir şehre uyanıyordur, kimbilir. Kendine bile itiraf edemediği yeni şehir, yeni insanlar, yeni beklentiler, yeni umutlar ve yeni hayal kırıklıkları bekliyordur onu şehrin herhangi bir köşesinde.
***
Bir şehri her gün farklı bir şehir olarak görmenin anlamını çözmeye çalışırdı. Oysa ki insanlar, uyanır kalkar, işine gider, çalışır, evine gelir, -bazen arkadaş davetlerine de katılabilir- televizyon izler ve uyur. Ertesi günü yeni bir gün sanıp uyanır, ama yine aynı rutini yaşar. Çünkü beklentileri budur. İyi bir iş, iyi bir eş, daha iyi bir araba, daha iyi kıyafetler. O ise, her gün yeni bir şehre uyanmanın hazzını yaşıyor olabilmeyi isterdi her zaman. Daha’lar yoktu yaşamında. Dahası o daha’lar sıkardı canını çok. Belki o keşiflerle zenginleşirdi, belki diğerleri gibi olamadığı için suskunlaşırdı. Suskunlaştıkça tuhaf karşılanırdı. Onun bu tavrını beklentisiz olarak yorumlardı ‘konuşmayı çok sevenler’.
***
İşte yine yeni bir gün başladı. Buruk güneş bir görünüp bir kaybolurken karıştı kalabalığa.
Gün başlamıştı.
Başlamıştı ama ne…
Sessizlik bastırmıştı yine en koyu boğuntusuyla. Belki bir sükundu içini daraltan… Daraldıkça alanı küçülen, küçüldükçe alanı daralan, daralıp küçüldükçe içsel bir boşluğa giden… Belki de hepsi birer kelime oyunuydu. Tıpkı Huizinga’nın oyun kuramında anlattığı gibi…
Bir ‘sıradan’ın hikayesi bu...
Sığ yaşamları gözlemleyerek suskunlaşan, zihni başka bir dünyaya açılan bir ‘sıradan’ın...
***

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Bekle beni

Karlar tozarken bekle

Ortalık ağarırken bekle

Kimseler beklemezken bekle beni...

K. Simonov

5 Mayıs 2009 Salı

“Kaç kez sil baştan başladım. Yine başlarım.”

Son zamanlarda tuhaf bir duyguya kapılmıştın. Övülmekten, ön plana çıkarılmaktan pek hoşlanmadığın halde, birkaç kez, seninle ilgili hoş bir şey dile getirildiğinde, “Ya çocuklar, siz beni gerçekten seviyorsunuz galiba!” dediğini anımsıyorum. “Tabii ki seviyoruz,” yanıtını alınca da,“Ne iyi!” diyordun. Onca kalabalığa rağmen, yalnız mı hissediyordun kendini, hüzünleniyor muydun zaman zaman? Yıllar geçtikçe çıkarsız, dolambaçsız ilişkilerin özlemini daha çok mu duymaya başlamıştın yoksa?


Erdal Öz

4 Mayıs 2009 Pazartesi

sığınak...

“Gidecek başka yerim yok” dedi aslında bakarken,
Sessiz ifadelerden biriydi. Sessiz bir haykırış…
Kendinden öteye gidemeyeceğini söylemişti zaten tüm hikayeler, ama ne fayda ki
Sessizlik
Sığındığım en güvenli liman
En dokunulmaz
En aşılmaz…
Sözlere güvenimi yitirdim çok zaman önce
Bakışlara bile...

***

Bencil yaşamlar
Sığ düşünceler
‘Tek başınalık’
Hepsinden uzak kalmak beni koruyacak.
Keza enerjim de tükenmeye başladı
Daha fazlası mı gerekiyor?
O bende yok işte…
Fazlası yok
O yüzden sessizliğe sığınıyorum

30 Nisan 2009 Perşembe

gerçeği arayış

Öyküler mi gerçekliği yeniden kuruyor?
Yoksa gerçeklik mi kendine hikayeler yaratıyor?
Düşünüyorum...
Düşündükçe bulanıyorum...

siyah koku

“Bir sokağa girmişti. Sanki hiç görmediği bir ülkenin, hiç görmediği bir sokağıydı orası. Yürüdü. Hiç bilmediği yüzler. O yüzlerde hiç bilmediği hüzünler gizliydi.

Yürüdü.

Yürürken büyüdü anlamadan. Yıllar geçti. Büyüdü. Yaşlar geçti. İnsanlar biriktirdi. Yaşlar birikti. Kitaplar devrildi, filmler izledi. Birikimler edindi. Yıllar geçti işte, bir baktı ki yanında kalanların dışındakiler de geçmişe karışmış. O geçmiş ki aslında tüm benliğini oluşturan, onu büyüten, onu yaralayan, onu güçlü kılan ve yaşama kalkan oluşturan.

Bembeyaz sayfaları oldu, yazdı üzerine. Siyah kalemiyle. Yazdı baktı, sildi attı, yazdı sakladı, paylaştı. Sanki en iyi yazısını henüz yazmamıştı. Bekliyordu. Bir yüzleşme olacaktı. O günden korkuyordu işte. Soğuyordu teni düşündükçe. Yıllar gelip geçiyordu. O yürüyordu. Görüyordu ve susuyordu. Kelimelerin arasına gizleniyordu. Görünmemişti de bugüne kadar.

- Sadece görmek istiyor, dedi bir ses.

Cumartesiler geçiyordu, pazarlar, pazartesiler geçiyordu önünden. Tutamıyordu hiçbirini. Görmek mi? Görmekse en korkuncu. Etrafına ördüğün bütün duvarların yıkılması bir anlamda.

İşte yeni bir şehir duruyordu karşısında. Yıllardır baktığı yerde görmediği pek çok ayrıntıyla. Bu yeni şehri sevemedi bir türlü. Baktı durdu, yattı uyudu, kalktı baktı; yine aynı şehir. Onu da tutamadı bir yerinden, tıpkı yılları, ayları, günleri tutamadığı gibi. ”

Hikayeye böyle başlamak istemiştim. Durduk yerde, bir anda başlayan anlatma isteğiyle. Belki başkasının üzerinden anlatmak daha kolaydı. Kaçmak daha anlamlı geliyordu kimi zaman ne de olsa.

Telefon çaldı. Beklediğim telefon muydu emin değilim. Üzerine düşünüp bir sorgulama yapmamıştım. İçten içe beni yiyen beklentilerim vardı elbette ama dile dökmemiş, sözünü etmemiştim.

-...

Sessizlik. Sessiz telefonların ne çok anlamı var oysa. Ne büyük bir çaresizliğin, ne büyük bir çıkışsızlığın dışavurumudur. Kapandı telefon. Daha büyük bir yüzleşme bekliyor artık beni. Bir gidişin ardından bakakalmak ne sancılı bir süreçtir diye düşünmeden edemiyor insan. Bakıyorsun, uzanamıyorsun, dokunamıyorsun, gidiyor görüyorsun, sesin çıkmıyor.

Tekrar çaldı telefon. Bu kez daha beklentisiz açtım.

- Beni artık arama.

Ben zaten hiç aramamıştım ki.

- Aramam...

Kapandı telefon. Kapılar kapandı. Sıkı sıkı. Açılmamak üzere. Pencereler... Tek bir hava boşluğuna yer bırakmayacak şekilde. Artık bir koku yayılmaya başlamıştı odadan. Dönüşü yoktu. Oda tavanının köşesinden başlamıştı yaşam kararmaya. Artık siyah renkti ifadem. Simsiyah. Gece kadar siyah, gece kadar anlamlı. O siyahlığın içindeki yaşam başlıyor. Koku ise sadece benim duyabileceğim, yaşam boyu bana eşlik edecek olan kokuydu.